Batılı ülkelerin başlattığı mülkiyet reformları Türkiye'de de yayılmaya başladı. Yeni Akit Gazetesi köşe yazarı Vehbi Kara bugünkü yazısında mülkiyet reformları konusunu kaleme aldı..
Ekonomi doktoru olduğum halde niçin bu konuda yazı yazmadığım haklı olarak soruluyor ve eleştiriliyor. Bu yüzden günümüz insanının en fazla yoğunlaştığı para ve sermaye ile bir parça ilgilenmek zarureti doğdu. Hâlbuki bu dünyada en fazla 100 yıl yaşıyoruz. Sonsuz hayat ile mukayese edilse; bir hiç olan dünyanın bu sevimsiz meseleleri ile uğraşacağız. Her ne ise…
Berlin Duvarının yıkılması ile birlikte kapitalizm ile komünizm arasında bir yüzyıldan fazla devam eden siyasi rekabetin sonu gelmiştir. En azılı komünist devlet olan Çin dahi kapitalizmin acımasız tüketim çarklarına kurban gitmiştir.
Eski komünist ülkelerle birlikte gelişmeye çalışan birçok devlet, Batılıların tavsiyelerine uyarak yapılması gerektiği iddia edilen her şeyi yapmış fakat olumlu sonuç alamamışlardır. Aynı derecede istekli olmamakla birlikte bu ülkeler; bütçelerini dengelemiş, sübvansiyonlarını kısmış, yabancı sermayeye kucak açmış ve gümrük duvarlarını yıkmak zorunda kalmışlardır.
Fakat bu çabalarının karşılığında büyük ölçüde düş kırıklığına uğramışlardır. Rusya’dan Venezüella’ya kadar pek çok ülkede ekonomik sıkıntılar artmış, halkın gelirleri azalmış, endişe ve kızgınlık ortaya çıkmıştır.
Berlin duvarının yıkılması ile başlayan süreç adeta “açlık, kargaşa ve talan” yılları olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra dünyanın çoğu ülkesinin vatandaşları için önerilen yollar, tavsiye edilenin aksine istikrarsızlığa yol açmıştır.
Batı ülkelerinde geçerli olan iktisadi zafer; diğer ülkelerde ekonomik ve siyasi yıkıma yol açmıştır. ABD’li ve Avrupalı liderler çare bulamadıkları bu gidişe eski sıkıcı derslerini tekrarlamaktan başka bir şey yapamamışlardır. Dedikleri en önemli hususlar:
''Paranızı istikrara kavuşturun.
Protestocuları göz ardı edin.
Yabancı sermayenin geri dönmesini bekleyin.''
Şeklinde olup sorunlara bunlardan başka çareler sunamamışlardır. Hâlbuki gelişmekte olan ülke ekonomilerini mercek altına aldığımızda;sırf yabancı sermaye gelmesi ve para politikaları ile bunun yeterli olmadığı görülmüştür.
Elbette ulusal paraların istikrara kavuşması, serbest ticaret, şeffaf ve faizsiz bankacılık uygulamaları, kamu kuruluşlarının özelleştirilmeleri, ekonomik gelişme açısından faydalı olmuştur. Bununla birlikte defalarca tecrübe edildikleri halde geri kalmışlıktan kurtulma ve refah sağlanamamıştır. Hala gelir dağılımındaki müthiş adaletsizlik devam etmektedir.
Bir de Türkiye gibi ülkelerin içine düştüğü ve 10 bin dolar seviyesindeki orta gelir tuzağı vardır. İşte bu makalede bütün bu olumsuzluklardan kurtulmanın yolları araştırılmakta ve zannedildiği gibi bunun çok da zor olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Latin Amerikalılar başta olmak üzere dünyanın gelişmemiş birçok ülkesinde, Batılıların çare olarak sunduğu reformların başarısız kaldığı net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Batılı ülkeler çare olarak sundukları reçetelerin hatalı olduğunu kabul etmek yerine; Protestan reformunu yapmamakla, müteşebbislik ruhunun olmaması ve bu ülke insanlarının zekâ seviyesinin düşük olması bu başarısızlığı izah etmeye kalkışmışlardır. Bu durum ise düpedüz insanların aklı ile alay etmek ve milyarlarca insanı küçük görmekten başka bir şey değildir.
Japonya, İsviçre ve ABD’nin California eyaletinde olduğu gibi farklı yerlerdeki başarıları açıklayan izahlar; Doğu Avrupa, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde fakirliği açıklayamamaktadır. Bunun sebebini “geri kalmışlık” veya “kültür” olarak izah etmek hakkaniyetli ve inandırıcı değildir.
Zira Batı ile dünyanın diğer ülkeleri arasındaki farklılığı sadece kültür ve zekâ seviyesi ile açıklamak düpedüz ırkçılıktır ve kendini üstün görme küstahlığından başka bir şey değildir. Son zamanlarda “Medeniyetler Çatışması” adı altında ortaya çıkan çatışmacı anlayış ve aşırı milliyetçiliğin temelinde bu sakat anlayış yatmaktadır.
Gerçek durum aslında çok farklıdır. Gelişmekte olan dünya ülkelerinde ve eski komünist ülkelerin şehirlerinde, müteşebbis adeta kum gibi çoktur. Bir Ortadoğu çarşısından geçip bir Latin Amerika kasabasında yürüyüş yaparken veya Moskova’da taksiye binerken bir şeyler satmaya çalışan binlerce insana rastlamak mümkündür.
Ayrıca bu ülke insanları çok yetenekli ve coşkuludurlar. Neredeyse sıfır denecek bir sermaye ile para kazanma işinde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmaz. Modern teknolojiyi kavrama ve kullanmaya son derece ehil olan bu insanları, müteşebbis ruhu olmamakla suçlamak asla doğru değildir.
Peki, bu ülke insanları; acınacak dilenciler ve işlevsiz kültürlerinin aciz mahpusları değil ise Batıya koşan servet ve sermayenin bu ülkelere gitmemesinin sebebi nedir?Bu sorunun cevabını; sermayenin etkisi ve kökeni üzerinde durarak cevap arayabiliriz, şöyle ki:
Batılı ülkelerin ekonomik ve sosyal hayat olarak gelişmelerinin en önemli dinamiği ve sebeplerinden bir tanesi: “sermaye üretme yeteneğidir”. Zira sermaye, işgücünün verimliliğini arttıran ve ulusların servetini arttıran önemli bir kuvvettir. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik sistemin can damarı, kalkınmanın temeli budur.
Ekonomik olarak gelişmemiş ülkeler, kalkınmak için ne denli büyük bir şevk içinde bulunmuş olsalar dahi üretemedikleri en önemli şeylerden birisi olan sermaye ile Asya, Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki ülkelerde araştırmalar yapılmıştır. Kalkınmak için gerekli varlıklara bu ülkelerin sahip oldukları görülmüş en fakir ülkelerde bile yoksul insanların birikim yaptıkları gözlenmiştir.
Öyle ki fakir ülkelerdeki birikimin değeri 1945 yılından günümüze kadar almış oldukları dış yardımların toplamının 40 katı olduğu tespit edilmiştir. Örneğin Mısır’da fakirlerin biriktirdikleri servet, Süveyş Kanalı ve Assuan Barajı da dâhil olmak üzere bu ülkeye yapılan dış kaynaklı doğrudan yatırımların 55 misline sahiptir. Latin Amerika’nın en fakir ülkesi olan Haiti’de fakir insanların toplam varlıkları, Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı 1804 yılından beri yapılan dış kaynaklı yatırımların 150 katından daha fazladır.
İşte, cevap burada yatmaktadır. Yoksul ülkeler; büyük kaynaklara kusurlu bir biçimde sahip oldukları için gerekli kalkınma hamlelerini yapamamaktadırlar. Evler ve işyerleri, tapulu olmayan araziler üzerinde inşa edilmiştir. Şirketlerin yükümlülükleri tam manası ile tanımlanmamıştır.
Sanayi kuruluşları; finansör ve yatırımcıların gözetiminden uzak yerlere kurulmuştur. Bu mülkler, üzerindeki hakların yeterince belgelenmemiş olmasından dolayı kolaylıkla sermayeye dönüşememektedir. İnsanların birbirlerini tanıyıp güvendikleri yerlerin dışında mülk satışı yapılamamaktadır. Keza yatırım için garanti verilememekte ve hisse olarak değerlendirilememektedir.
Batılı ülkelerde örneğin Fransa’da gayrimenkul satışı sonrasında notere gitme mecburiyeti bulunmaktadır. Bu sayede satıcının gerçek olup olmadığı, binanın vergi borcu gibi birçok bilgiyi tutulan kayıtlardan öğrenme imkânı bulunmaktadır. Diğer gelişmiş Batı ülkelerinde ise her parsel arazi, her bina, her bir makine ve teçhizat, mülkiyet belgesi ile tescil edilmiştir.
Bu varlıklar ekonominin bütünü ile ilişkilendirilerek büyük bir katma değer elde edilmektedir. Bu temsili süreç sayesinde varlıklar maddi mevcudiyetinin yanı sıra gözle görülmeyen paralel bir yaşama sürecine dâhil olmaktadırlar. Bu varlıklar borçları geri ödeme için geçerli olmaktadır. Hatta yeni bir iş kurmak için en önemli finansman aracı olarak müteşebbisin evi üzerine konulan garantiler gösterilmektedir.
Tescil edilmiş varlıklar aynı zamanda mülk sahibinin kredi sicilinin öğrenilmesi için bir araç vazifesi de görmektedir. Alacak ve vergilerin tahsil edilmesi için mesul olunan bir adres, güvenilir bir kamu tesisinin kurulmasına yol açmakta hesapların denetlenebilmesine imkân sunmaktadır.
Bu sayede gelişmiş Batı ülkelerinin varlıklarına adeta hayat verilmekte ve sermaye meydana getirmek için önemli bir araç haline dönüştürmektedir.Fransız yöneticilerin verdiği bilgilere göre 9800 noterin Faaliyet gösterdiği Fransa’da 600 milyar Euro’luk bir işlemin yarısı gayrimenkul araçlardan gelmektedir. 300 Bin Euro’luk bir konutun satışından devlet 17300 Euro vergi almakta noterlik kurumunun etkin olması sayesinde kayıtdışılığın neredeyse sona erdiği ifade edilmektedir.
Satışların gerçek değerleri üzerinden yapılması da ülkelerin gelişmesine büyük katkılar sağlamaktadır. İşte ülkemizde yürürlüğe girecek olan imar barışına bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. Ülkemizde mevcut yapıların yüzde 50’sinin ruhsatsız olması ve kaçak sayılması içine düştüğümüz bataklığın ne derece derin olduğunu ispatlamaktadır.
Ülkemiz başta olmak üzere gelişmekte olan diğer uluslar ve eski komünist ülkeler; bu temsili süreci tam olarak yaşayamadıkları için sermaye yetersizliği sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. AB Süreci ile birlikte eski komünist ülkelerde bu sorun aşılmaya başlamış ise de diğer gelişmemiş ülkelerde sermaye yetersizliği hala en önemli sorun olarak durmaktadır.
Bu durum adeta hisse senedi ihraç edemeyen şirketlerin problemine benzemektedir. Temsil edilmeyen varlıklar birer ölü sermaye şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Dünyadaki insanların altıda beşi; mülklerini temsil edecek ve sermaye meydana getirecek süreçten yoksun bulunduğu için kalkınma hamlelerinde başarılı olamamaktadır. Sorun işte bu kadar basittir aslında…
Çünkü insanların evleri vardır fakat tapusu yoktur, mahsul üretir fakat hiçbir kayda geçmez. Şirketlerinin büyük bir çoğunluğunun hukuki statüsü yoktur. Toplu iğneden başlayıp nükleer reaktöre kadar her türlü teknolojik gelişmeye uyum sağlayan bu insanların ekonomik gelişme konusunda sermaye meydana getirememelerinin en önemli nedeni işte bu temsil belgelerinin eksik olmasıdır. Buna ruhsatsız işlemler de denilmektedir.
İnsanlığın çözmesi gereken problemlerden bir tanesi, mevcut olduğu bilinen fakat gözle görülemeyen bazı olayları kavramak ve onlara erişim sağlamaktır. Zira gerçek ve faydalı olan her şey; elle tutulur, gözle görülür değildir. Örneğin zaman gerçektir ancak saat ve takvim ile temsil edildiğinde etkin bir şekilde kullanılabilir ve yönetilebilir. İşte bunun gibi tarih boyunca insanoğlu elleri ile dokunamayacağı şeyleri aklı ile kavrayabilmek için yazı ve müzik notalarını keşfetmiştir.
İşte imar barışı ile birlikte kamu arazilerinin kiraya verilmek sureti ile değerlendirilmesine bu açıdan bakmakta yarar vardır. Gelecek yüzyılın en önemli göstergesi; varlıkların, tapu ve benzeri araçlar ile temsil edilmesidir. Batılı ülkelerin zamanında yapmış olduğu mülkiyet reformları, kayıtdışılığı önleyerek sermayenin faydalı hale gelmesine neden olmuştur. İşte bizde bunu yapmak zorundayız.
Temsil belgelerinin yani tapu ve benzeri kayıtların olmaması onları birer ölü sermaye haline getirmiştir. Bu nedenle ilk bakışta “döküntü” olarak görünen birçok maddeden sermaye ortaya çıkarmak mümkün olmamaktadır. Güçlü kurumlar meydana getirilmeden de ekonomik kalkınma gerçekleştirilememektedir.
Sahiplenme duygusu yani malikiyet, ozalit plana bakılarak inşa edilmiş veya sözlüğe bakılarak tasvir edilebilmiş bir şey değildir. Kökeni muğlaktır ve anlaşılması güç bir yönü vardır. Bununla birlikte gelişmenin anahtar kavramlarından bir tanesidir. Batının gelişip güçlenmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi olarak değerlendirilmektedir. Diğer bir tanesi ise hürriyet ve serbestlik konusudur.
İmar barışına bu gözle bakmak, ezbere konuşmamak ve uygulama esnasında hakkaniyete dikkat etmek gerekiyor. Allah hükümetimize ve belediyelere bu konuda muvaffakiyet nasip etsin. Çünkü sanıldığından da çok önemlidir, vesselam…